Her şeyin melezleştiği sürecin içinden geçerken…
”…Gerçek şu ki, sanat da doğa gibiydi; çoğulcuydu, sürprizlere gebeydi, kuramlara sığdırılması olanaksızdı…” / Mehmet Yılmaz
Mehmet Yılmaz, HEYMİMRES / Nelik ve Kimliğin Diyalektiği başlıklı Piramid Sanat’ta açtığı sergisinde (12 Mart 2018) hem gerçeklik ve anlık, hem ideal ve süreklilik arasında ilerleyen “estetik pratik estetik teori ile birlikte gitmeli midir?” sorusunun cevabını da arayacağımız biçimiyle heykel, mimarî ve resim ilişkisini sorguluyor.
Zeliha Demirel: Sizi 2000’lerin başlarına kadar daha politik söylemleri olan çalışmalarınızdan tanıyoruz. Daha sonraları resmin neliği sorgulamasından… Ve şimdi de sanatın neliği sorgulamasına sıçrayışta ruhsal deviniminizi ruhsal yeraltınızı merak ediyorum… “Bazı çözümler ya da şeyler aklıma rüyamda geldi” diyorsunuz kitabınızda. Sezginin gücüne inanıyor musunuz?
Mehmet Yılmaz: Yeni Dünya Düzeninden Görüntüler, Belleğimdeki Parçalar ve Bir yanım İçerde gibi erken dönem çalışmalarım, evet, politikayla ilgiliydi. Doğrudan okunabiliyordu işler. Onların ardından, oğlum Düşan doğduktan sonra özel yaşantımla ilgili, adına Cin.s.el Şeyler dediğim bir dizi iş yaptım. Aslında sanatçılar hangi konuda iş yaparsa yapsınlar, eşzamanlı olarak sanatın neliği hakkında da düşünürler. Cinsiyet, özel yaşantı, siyaset ve kimlik gibi konular, aslında, görece sanat dışı sayılırlar. Özdeki mesele her zaman sanatın neliğiymiş gibi geliyor bana. Bu sürecin arkasındaki ruh durumumu soruyorsunuz, fakat bunu yanıtlamak olanaksız. Keşke günlük tutsaydım, ama geçmiş olsun! “Bazı çözümlerin rüyamda geldiği” ifadesiyse, beynimizin düşünmeye ara vermediğine işaret ediyor. Sezgi hakkında ise, itiraf edeyim, çok fazla düşünmedim desem yeridir. Sezgiler, bilinçli ve bilinçsiz arayışlar, tesadüfler, karşılaşmalar –bunların hepsi iç içedir. Benim sanatımla bağlantılı olarak ise, en önemli şey pratiktir. Yani yeni düşünceler genelde bizzat iş üstündeyken geliyor aklıma.
Z.D.: Kendinizi tanıtma metninde, “sanatçı, öğretim üyesi: ressam, heykeltıraş, videocu; yazar, çevirmen, yayın yönetmeni; baba, koca -henüz küratör değil” diyorsunuz ya, iki şey soracağım: Küratör kavramına nasıl bakıyorsunuz? Ve bu serginizin küratörü var mı?
M.Y.: Bir iki yazı yazıp, bir iki sergi organize edip de adının altına eleştirmen, yazar, küratör vs diyenleri ti’ye almak için sıralamıştım o sıfatları. Gerçek küratörlük önemli bir meslek; sanat ortamını oluşturan önemli oyunculardan. Bu serginin sanatçısı, metin yazarı ve neyin nereye konulacağına karar veren benim. Ancak, gerek yapıtların gerek metnin oluşmasında ve sergi düzeninde çevremdeki dostların düşüncelerinden yeri geldiğinde yararlandım tabii. Özellikle sergi kurulumu aşamasında Ayşe Nahide Yılmaz, Öykü Eras ve Denizhan Özer’in katkıları oldu. Sergideki bazı işlerin arka planını gösteren belgesel videoyu da Özüm-Deniz Koşar ikilisi ve Erdal Hunter’la ortaklaşa hazırladık.
Z.D.: Sanatın sorgulanmasında, sergi sunumunun yapıldığı mekânın mimarisi ile sunulan mimari yerleştirmeler arasındaki ilişkiden de söz etmeli miyiz?
M.Y.: Elbette. Sergi yerleştirimi, nihayetinde, mekân içinde alt mekânlar yaratma eylemidir. Bu sergideki işlerin biçimleri buna çok uygun. Örneğin, girişteki salonda işler duvara yaslanmış ya da asılmış değil. Mekânda yan yana dikiliyorlar. Duvarla işler arasında koridor bıraktım. Koridor da muğlâk alanlardan biri. İnsanlar genelde işlerin ön yüzüyle ilgilendiklerinden, arka taraflarındaki macerayı kaçırıyorlar.
Z.D.: Şöyle bir soruyla hiç karşılaştınız mı: Sanatı buluşa indirgemek sizi rahatsız ediyor mu? Sanatçı bu noktada rahatsız olmalı mı? Nerede durmalıyız?
M.Y.: Sanatın bir yanı ustalıktır, maharettir, beceridir; bir yanı da buluştur, icattır, yaratıcılıktır. Hiçbir zihinsel buluş içermeyen, örneğin, hassas bir el becerisiyle yapılmış, çok ikna edici fotogerçekçi bir portreye ya da alışıldık ustalıkla iyi kotarılmış soyut işlere birçok insan hayran olabilir. Öte yandan, Manzoni’nin bizzat kendi elinden çıkmasına gerek olmayan, örneğin, Dünyanın Kaidesi de hayranlık uyandırıcı bir çalışmadır. Bir buluş ürünüdür o çalışma. O halde, durum şu gibi görünüyor: Öyle de olur, böyle de. Önemli olan, ikna edici bir sonuçtur.
Z.D.: Figürleriniz hem içinde bulundukları zamana ve mekâna aitler hem de o zamandan ve mekândan çıkıvereceklermiş gibi… Anlık zaman bloğundan sonsuzluğa kurulan alegori var… Zaman kavramına nasıl bakıyorsunuz?
M.Y.: Zaman kavramı, kuramsal fizik ve felsefeyle ilgili bir konu. Beni aşıyor! Figürlerimin içinde bulunduğumuz zamana ait olmaları anlaşılır bir şey. Bu, güncel bir durum, bir his. Hepimiz şu günlerde bir çeşit yarı hapishanede yaşıyoruz. Figürlerimin yaşadığımız zaman ve mekândan bağımsız olma eğilimlerine gelince: Keşke bunu başarabilseler. Asıl başarı bence budur. “Bütün yaptıklarımı şimdi için yaptım ve hep şimdiki zamanda yaşamalarını istiyorum” demişti Picasso. Hep şimdiki zamanda yaşayanlara ise klasik deniyor, biliyorsunuz. Kaç kişiye nasip olur ki bu? Kim istemez?
Z.D.: “Sanatsal türler düşünceler ve olgular arasındaki muğlak alanlarda gezinme” konusu bir sıkışmışlık duygusu yaşatıyor mu size? Sürekli kalmak istediğiniz bir muğlâk alan var mı?
M.Y.: Resim, heykel ve mimarî arasında kesin sınırlar var mı? Öyle durumlar var ki, ne nedir, sınır nerededir, bilemiyorsunuz. Sıkışmışlıktan ziyade özgürlük duygusu veriyor bu muğlâklık. Örneğin, menteşeyle birbirine tutturduğum tuvaller duvara asılınca resim; ortasından 90 derece kırılarak mekânın köşesine ya da orta yerine dikilince de heykel oluyorlar; ayrıca mimarî bir mekân parçası duygusu veriyorlar.
Z.D.: Camdan Bakanlar aynı zamanda insana dair çeşitli duygu ve içgüdüleri de izleyicinin yüzüne fırlatmakta. Örneğin dış dünyaya ve içeride olmaya duyulan korku, izleme izlenme, gözetleme, gözetlenme, doğum, yaşam, ölüm, embriyo… Ayrıca, üç boyutlu olanı iki boyutlu yüzeye indirme, hem nesnelerde fotoğraf resim ilişkisinde hem de camdan bakanların yassılaşmış el ve yüzlerinde öncelikle göze çarpıyor.
M.Y.: Cama yaslanmış et kütlelerinin (el ve yüzlerin) düzleşmesi, yassılaşması çok ilginç geliyor bana. Resim yapılan düzlem ile bir benzerlik kuruyorum organların yassılaşmış kısımlarıyla. Yani, bu bir heymimres durumu: İnsanlar üç boyutlu, yani bir çeşit heykel. Cam ve çerçeveyse, mimarî unsur. Yassılaşan yüzeyler de resim gibi, düzlemsel. Bunlar sanatsal türlerin nelikleriyle, doğalarıyla ilgili şeyler. “Korku, izleme izlenme, gözetleme, gözetlenme, doğum, yaşam, ölüm ve embriyo” ise, sanatın dışında konumlanan, ama sanatçının konu olarak ele aldığı şeylerdir. “Dış ve iç”, “sanatsal olmayan ve sanatsal şeyler” ve “madde ve anlam” diyalektiği diyelim bu ilişkilere.
Z.D.: Çalışmalarınıza kışkırtıcı isimler veriyorsunuz, Bir Türk ve Bir Kürt, Bir Katolik ve Bir Sünni gibi… Bu isimlendirmede imgeleri neden etnik ya da dini inançla ilişkilendirdiniz?
M.Y.: Sanatın içsel (özerk) sorunlarıyla ilgilenirken, demek ki eşzamanlı olarak etnisite ve inanç üzerinde yürütülen saçma sapan kimlik siyaseti meşgul ediyormuş zihnimi. Tamamen keyfî, kasıtlı ve tesadüfî bir isimlendirme bu. Bir Türk ve Bir Kürt yerine Bir Rus ve Bir Alman da diyebilirdim. Yanıtımdan tatmin olmadığınızı tahmin ediyorum ama elimde daha iyi bir açıklama yok maalesef.
Z.D.: Heymimres-5 (Büyük Cam’a Saygı) adlı iş üzerine ne söyleyeceksiniz?
M.Y.: Fakültenin hurdalığına bırakılmış iki cam kapıyı görünce kafamda bir şimşek çaktı. Duchamp’ın Büyük Cam’ı geldi aklıma. Diğer işlerim gibi, o cam kapıları menteşeyle birbirine tutturdum; anında bir iş gibi durdular. Ama o bulunmuş nesneleri (hazır yapıtları) kendime ait kılmak için bir şeyler ekleme ihtiyacı hissediyordum. Büyük Cam’ın konusu cinselliktir, biliyorsunuz (uzun adı, Bekârları Tarafından Çırılçıplak Soyulan Gelin – Eşit). Oradan ilerledim. Sağdaki parçaya rahim, soldakine de sperm imgeleri kondurdum. Tıpkı Duchamp’ın işinde, bekârlar ile gelinin ayrı ayrı, kendi mekânlarına hapsolmaları gibi, benimkinde de spermler asla rahime ulaşamayacaklar. Her ikimizin yapıtında da cinsel birleşmenin olamayacağına dair bir söylem var. Bir diğer ortaklık, her iki işin de duvara asılmayıp, heykel olarak mekâna dikey vaziyette yerleştirilmiş olmalarıdır. Yine, bir yandan bakarken diğer taraftaki varlıkları görebiliyorsunuz; yani yapıt dışındaki şeyler de yapıta dâhil oluyor. Bu arada, Duchamp’ın işine dokunmak yasak iken, benimkine dokunmak, hatta yaslanmak serbest. Aynı şey, Heymimres-4 (Küçük Cam) adlı yapıt için de söz konusu. Açılışta en hareketli bölge orasıydı.
Z.D.: Heymimres-6 (Maket Sergi)’den sonra ne yapacağınızı merak ediyorum, bir sonraki aşamaya uzanacak ucu açık bir çalışma olması açısından da çok beğendim sergiyi. Sonrasında video sanatına ya da holograma götürecek mi bizi sanatsal türler arasında gezindiğiniz alanlarda?
M.Y.: Maket Sergi, heymimresleri nasıl sergilemem gerektiğini düşünürken tesadüfen devreye girdi. O da bir başka iş oldu. Tabii, Piramid Sanat’ın galeri planı çok farklı olduğundan bambaşka bir yerleştirme düzeni ortaya çıktı. Bir başka mekân olsaydı, yine farklı bir düzen kurulurdu. Video ve holograma gelince: Bu sergide Heymimres-9 (‘Ben’ Kutusu / Morris’e Saygı) adlı işte zaten bir video var. Öyle ki, videolu pencereden izleyiciye bakan figürü galerinin köpeklerinden Leo gerçek insan sanıp durmadan havlıyor! Hatta, izleyicilerden biri de öyle sanmış. Yine, insanlar bu işin bize göre sağ/arka tarafına geçerek telli pencereden bakabiliyor; işin parçası haline geliyorlar, imgeleşiyorlar. Böylece, gerçek insan ile videodaki insan yan yana garip bir durum oluşturuyor. Bu sergiden önce, video ile başka işler gerçekleştirdim; hatta yalnızca videodan oluşan bir kişisel sergi açtım Ankara’da Duchamp ve Düşan adıyla. Gerçeklik ve yanılsama konusunda hologram da çok ilginç bir yerde duruyor. Holoresimler, holoheykeller yapıyor sanatçılar. Çok ilginç buluyorum. Bu teknolojiyi henüz bilmiyorum; ayrıca çok pahalı. Ama fırsatını bulursam denemek isterim tabii.
Z.D.: İnsana, insanın iyileşmesine dair umudunuz var mı? Ya da insanlığın evrensel ortalama insanlığı yakalaması konusunda umudunuz var mı? Toplumun kendisiyle yüzleşmesi için bir refleks geliştirmesi gerekiyorsa bu refleks nasıl ve nerede başlamalıdır?
M.Y.: İnsan iyileşemezmiş gibi geliyor. İnsanı insan yapan ne? Düşünmesi ve alet yapması. Alet ne? En başta silah. Uygarlık sürecinin merkezinde baştan itibaren silah yapımı var. Öte yandan, ‘insanî’ kavramı bile, insanın iki yüzlülüğünü gösterir. ‘İnsanî’ sözcüğü insanın olumlu yanlarını vurgular. Peki, olumsuz yanları? Silah yapımı, sömürü, şiddet, siyaset, yalancılık, kurnazlık… Bunlar ‘insana özgü’ değil mi? ‘İnsanî’, ‘insana özgü’ demek. Ayrıca, güya hayvanları seviyoruz ama büyük bir iştahla et yiyoruz! Sevimli kuzu ve dana resimleri paylaşanların hepsi vejetaryen mi yani? Kötülüklerimize türlü bahane ve kılıflar uydurup sonra da bunlara gerçekten inanıyoruz!
“Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” demiş Sait Faik Abasıyanık. Keşke bu kadar iyimser olabilseydim! Bütün silahlarımız çok güzel, çok estetik. Arabalarımız ve diğer eşyalarımız da öyle. Ayrıca, kozmetiğe, güzellik ürünlerine ve sanata ayrılan para akıl alır gibi değil. Bunlardan vaz geçsek dünyada evsiz ve aç insan kalmaz. Bu kadar basit ama başaramıyoruz işte. Öf, neden açtınız ki bu ‘sanat dışı’ konuyu? Söyleşimizi sanatın ‘özerk (içsel)’ sorunlarıyla sınırlasaydık, içimiz bir ölçüde daha rahat olurdu.
xxx
(Bu söyleşi daha önce Kolajart’ta [http://kolajart.com/wp/2018/03/28/zeliha-demirel-heymimres-nelik-ve-kimligin-diyalektigi-uzerine-mehmet-yilmaz-ile-soylesi/] ve Dişülke’de [http://dusulke.com/heymimres-nelik-ve-kimligin-diyalektigi-uzerine/] yayımlandı: