Temhem Zamlıy: Larry Shiner’ın Sanatın İcadı’nı okurken, Ortaçağ’dan Maniyerist döneme kadar, eş ya da babalarının himayelerinde kadınların sanat işliklerinde ressam olarak çalışıp para kazandıklarını, hatta sanat loncalarına üye olabildiklerini öğrendiğimde bir hayli şaşırmıştım. Sofonisba Anguissola (ykl. 1532–1625), Marietta Robusti (ykl. 1554–1590) ve Artemisia Gentileschi (ykl. 1593–1652) bugün bunlardan en tanınmışlarıdır. 17. yüzyıldan sonra, sistemli bir şekilde kadınlar ya eve ya da çıplak olarak tuval yüzeyine hapsedildi. Artık meydan erkeklerindi. Siparişi veren de erkekti yapan da. Ortaya çıkan bu duruma John Berger’in yorumunu biliyoruz. Özetle, kadın seyirlik bir nesne; erkekse tahakküm eden, tablonun dışındaki kahramandır diyor Berger.[1] Ancak Leppert’e sorarsanız, bu zayıflık/güçlülük ilişkisi tek yanlı değildir. Ona göre, erkeklerin kadınlar üzerindeki tahakkümü, güçlülüğün olduğu kadar, zayıflığın da işaretidir. Tahakküm kurma gereksinimi, zaafın en açık sosyo-kültürel göstergesidir. Bu durum kadınları rahatlatmaz elbet, ama böyle bir zora dayalı iktidarı icra eden erkekler için de rahatlatıcı olduğu söylenemez. Son kertede, uçkuruna düşkün bir erkeğin keyfi için yapılan bir çıplak figür, kadın bedeninin erkek beden üzerindeki egemenliğinin göstergesidir.[2] Hem erkek hem sanatçı olarak, ne diyorsun bu yorum farklılığına?
Mehmet Yılmaz: Berger toplumsal ve ekonomik; Leppert bireysel ve psikolojik açıdan yaklaşıyor konuya. Yani, Nasrettin Hoca hesabı, her ikisi de haklı. Bana gelince, bir çıplak modeli ‘resmi yapılacak sıradan bir nesne’ olarak görmedim hiçbir zaman. Bir taş ya da ağaç değil; cinsiyeti ve yaşı ne olursa olsun, sonuçta, olumlu ya da olumsuz durumlar yaşayan bir insandır model.
T.Z.: Son zamanlarda hayvan imgeleri belirdi resimlerinde. Eşekler, maymunlar, köpekler, develer… Eğlenceli olduğu kadar eleştirel, hatta sakıncalı sayılabilecek tuvaller bunlar. Nasıl çıktılar? İstersen oradan devam edelim söyleşimize.
M.Y.: ‘Cin.s.el Şeyler’ adıyla, özyaşamsal nitelikli bir dizi resme başlamıştım 2003’te. Bu diziden bazı resimlerin bağımsızlıklarını kazanmasıyla 2007’de ‘Kavramlı Resimler’ ortaya çıktı. Son bir yıldır beliren hayvan imgeleri de bu dizi içinden doğdu. Sakıncalı olmalarına gelince; haklısın, çünkü iğneleyici, ifşa edici, edepsiz… Günlük haberlerin, tesadüflerin ve kasıtlı tercihlerin rol oynadığı bir sürecin ürünleri bunlar.
T.Z.: Bu tuvallerde ‘görsel’ ve ‘kavramsal’ imgeler (sözcükler) yan yana, iç içe. İnsan ister istemez bazı sanatçıları anımsıyor: Batı’dan, örneğin Anselm Kiefer, Jorge Tacla, Jean-Michel Basquiat; bizden Bedri Baykam…
M.Y.: ‘Kavramlı Resimler’ bağlamında, adını andığın sanatçılarla, hatta daha başkalarıyla bir akrabalığım olduğu söylenebilir. Ancak, görsel imge ile yazının birlikte kullanılmasının köklerinin çok eskilere gittiğini, geniş coğrafyalara yayıldığını unutmayalım. Çin ve Japon resimlerini, İslam minyatürlerini getirelim gözlerimizin önüne. Modernist estetik, resmin özerkliği ve saflığı adına, görsel imge ile metin (kavram, yazı) arasına bir sınır çekmeye çalışmış, bir hayli de etkili olmuştu; ama günümüzdeki bazı sanatçılar tarafından pek umursanmıyor bu. Ben de onlardan biriyim.
T.Z.: Görsel imgeye yazı eklenmesi, modern estetiğe iman edenler açısından bir küfür, ya da en azından bir saldırı anlamına gelmiyor mu? Çünkü resmin (görsel imgenin) saflığı kirletilmiş oluyor.
M.Y.: Resme yazı ekleme nedenim, modern estetiğe bir küfür ya da saldırıdan çok, onun çizdiği sınırların dışına çıkma isteğinden kaynaklanıyor. Peki, bu sınırlardan tam olarak çıkabildiğim söylenebilir mi? Doğrusu, ne kadar üstünü örtmeye, görmezden gelmeye ya da aşmaya çalışırsam çalışayım, modern estetiğin bazı değerleri (boyasal macera, plastik değerler vs) ne yapıyor ediyor bir şekilde hissettiriyor kendini. İnsanı yoran, ikilemlerin kemirdiği, çok sıkıntılı bir süreç bu. Bir de, resmin içsel sorunlarından bağımsız; resim dışı, güncel sorunlar var ki, işte insanın ağzı asıl burada bozuluyor.
T.Z.: Küfür bir çaresizlik göstergesi aslında. Sıkışınca basıyorsun küfrü. Sorun çözülmüş olmuyor tabii.
M.Y.: Öyle deme. Küfür, sorunu tamamen ortadan kaldırmasa da etkisini hafifletiyormuş.
T.Z.: Nasıl yani?
M.Y.: Cumhuriyet’in Bilim ve Teknoloji ekinde okumuştum. NeuroReport adlı bir dergiden aktarılan bilgiye göre, küfrün zihin (hatta beden) sağlığına yararlı olduğu bilimsel olarak kanıtlanmış. İngiltere’nin Keele Üniversitesi’nden psikologlar bunu kanıtlamak için 64 kolej öğrencisine ellerini buz dolu bir kaba sokup dayanabildikleri kadar tutmalarını istemiş. İki gruptan birine bir keresinde, elleri buzlu suyun içindeyken özgürce küfür etmelerine izin verilmiş. Diğer gruba ise, yalnızca küfür içermeyen sözcüklerle konuşma hakkı tanınmış. Sonuçta, küfrün öğrencilerin hem ellerini daha uzun süre soğuk suda tutmalarına, hem de duydukları fiziksel acının hafiflemesine yol açtığı anlaşılmış. Çalışmayı yürüten Richard Stephens, küfür anındaki duygusal tepkinin ağrının azalmasına yol açtığını belirtiyor. Harvard Üniversitesi’nden psikolog Stefen Pinker ise, insandaki küfür eyleminin, büyük bir olasılıkla, hayvanlarda gelişen çok ilkel bir refleksten kaynaklandığını ileri sürüyor ve ekliyor: “İnsanlarda ses çıkarmaya yarayan, lisan yeteneğinin kontrolü altına girmiş durumdadır. Dolayısıyla, acı ve ağrı sesi çıkartmak yerine, negatif duygularla yüklü sözcüklerden oluşan küfürlere başvururuz.”
T.Z.: O halde zorda kalınca, utanıp sıkılmadan basalım küfrü!
M.Y.: O kadar da değil! Yine, aynı araştırmadan çıkan sonuca göre, küfrün yararları az başvuranlarda kendini daha çok gösteriyormuş. Çok küfür edenlerde duygular giderek köreliyormuş. Yani ters bir orantı keşfetmişler bilimciler. Bu açıdan, erkeklerle kıyaslandığında, kadınlar daha az küfre başvurdukları için, küfrün yatıştırıcı etkisinden daha çok yararlanıyorlarmış.
T.Z.: Erkek olmak ne zor, değil mi?! Ağlamayacaksın; acı çektiğini, korktuğunu belli etmeyecek, güçlü olacaksın ya da en azından öyleymiş gibi görüneceksin. Haksızlığa uğradığında karşı çıkacak, eleştireceksin ama asla kırıcı olmayacaksın. Eli açık, beyefendi olacaksın; küçüklerini sevecek, büyüklerini sayacaksın. Bilim ne derse desin, çaresizlik ne kadar zorlarsa zorlasın, mümkün mertebe küfre başvurmayacaksın; çünkü bu hem ahlâksızlık hem zayıflık göstergesidir! Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık! Bir erkek sanatçı olarak, sanat bağlamında nasıl bakıyorsun bu küfür meselesine?
M.Y.: Küfrün ne olduğu, nasıl algılandığı herkese göre değişebilir. Küfür ve sanat deyince, aklıma John Berger’in bir yorumu geliyor. Yazar, sanatçının 1953-1954 arasında yaptığı çizimlerin çoğunda küfre başvurduğunu söylüyor. Bu çizimlerin hepsinde genç bir kadın ile onun resmini yapan ufak tefek, yaşlı ve çirkin, bazen palyaço bazen maymun kılığında bir adam figürü vardır. Yaşlılığın getirdiği cinsel iktidarsızlık gerçeğiyle karşı karşıya kalan, ama bunu bir türlü kabullenmek istemeyen, çaresizlik içinde kıvranan erkek sanatçının –Picasso’nun– ta kendisidir bu figür. Karşısında poz veren taze, güzel ve çıplak modelin yalnızca resmini yapmakla yetinmek zorunda kalması ne acı! Allah kahretsin, yaşlı bedeni, hep genç kalan zihninin isteklerini yerine getirememektedir! İktidarsızlığın yaşlı bir erkeğin bedeni üzerindeki mutlak iktidarıdır bu. İşte, Picasso’nun bu görsel itirafnamelerini, sanatçının kendine küfretmesi olarak yorumlamıştır Berger.[3]
T.Z.: Sanatçılar toplumun sesi olarak eleştiri oklarını bazen de iktidara doğrultabilirler. Dozu yüksek eleştirileri siyasî iktidarın zaman zaman küfür ya da hakaret gibi algıladığı, sanatçılar aleyhine davalar açtığı hepimizin malumu. Peki, bu konuda sen nasılsın?
M.Y.: Küfür konusunda oldukça zengin bir ortamda büyüdüm. Haliyle insanın zihnine, ağzına yerleşiyor bazı sözler. Okul ortamında çoğunu gömdüğümü, unuttuğumu sanıyordum ama son zamanlarda bazıları yeniden gün yüzüne çıktı. Gerek birey, gerek toplumca maruz kaldığımız sıkıntılar yüzünden önceki yıllara göre maalesef daha çok küfür ettiğimi görüyor, üzülüyorum. 5 yaşındaki oğlum Düşan’ın yanında ağzımdan kaçıracağım diye ödüm kopuyor.
T.Z.: Düşan’ın işitip işitmediğini bilemem; ama gördüğüm kadarıyla küfür ağzından çıkıp işlerine sıçramış, görünür hale gelmiş. Bunlar eleştiri ile küfrü bir bünyede buluşturan, esprili işler. Nasıl başlıyor ve ilerliyorsun?
M.Y.: Boş tuvalin karşısına geçtiğimde o gün medyada dikkatimi çeken bazı haberleri, verilen tepkileri yazıyorum önce. Bir sonraki seansta da o günkü haberleri yazıyorum. İlerledikçe, boyasal ve kavramsal imgeler harmanlanıyor.
T.Z.: Bu, ‘tabula rasa’ya, yani, boş zihne farklı bilgiler yüklemek gibi bir şey.
M.Y.: Öyle sayılabilir. Ancak biliyorsun zihnimiz aslında boş bir levha değildir. Daha ana rahmindeyken başlar bilgiler zihne akmaya, onu doldurmaya, kirletmeye. Bilgilerin kalıcılığı, bıraktıkları izlerin büyüklük ve derinliği kadardır. Her yeni bilgi ilk başta öncekileri örtse de, yeteri kadar etkili değilse, zamanla silinebilir. Bazı bilgiler de ne kadar eski olursa olsun, kendilerini taşıyan zihin ölünceye kadar ısrarla ışıldamaya devam ederler; hatta bununla yetinmeyip başka zihinlere, ortamlara sıçrarlar. Türlü kavram ve imgelerin cirit attığı, görünmeyen bir mekândır zihin. Bu son tuvallerime işte bu görünmeyen mekânın görünen, maddî, nesnelleşmiş kayıtları olarak bakmak gerek.
T.Z.: Bunlardan bir tanesinin ismine ‘Nerede Bir Satılmış, Yalancı ve İki Yüzlü Varsa…!’ demişsin. Neden koydun böyle bir ismi?
M.Y.: O sıralarda medyada çıkan bazı haberler üzerine, ağzımdan kendiliğinden çıkan sözcükler bunlar. Çaresizlik içinde seyrettiğimiz ama onaylamadığımız şeylere gösterdiğimiz anlık bir tepkinin dışavurumu. Ben de tuttum beyaz tuvale ilk onu yazdım. Arkasından, o günkü bazı haber ve yorumları yazarak ilerledim.
T.Z.: Bunlar yalnızca ‘bakılmak’ için değil, aynı zamanda ‘okunmak’ için yapılmış resimler. Ama yazıların üstüne gelen boyasal imge daha etkili duruyor. Haberlerin çoğu silinmiş. Diğerleri de güçlükle okunabiliyor.
M.Y.: Bu normal. Öyle de olmasında yarar var; çünkü nihayetinde yaptığım şey bir pankart değil, resim. Alttaki yazılar, yüzeydeki imgenin hangi koşullarda yaratıldığını anımsatıyor – anımsatacak.
T.Z.: Hayvanlara gelirsek…
M.Y.: Biçim olarak, oğlumun hayvan çizimlerinden etkilendiğimi belirtmeliyim. Düşan şimdilerde balina, köpekbalığı ve özellikle de dinozorlarla uğraşıyor. Tuvallerimden birine doğrudan onun bir çizimini büyüterek kopyalamayı denedim. Daha sonrakilerde, onun çizim yöntemiyle kendi hayvanlarımı oluşturmaya başladım. Bu ilham (taze kan), yeni bir ruh ve biçim verdi resimlerime. Eleştiri, mizah biçimine büründü. ‘Nerede Bir Satılmış, Yalancı ve İki Yüzlü Varsa…!’nın kabul edilebilirliğini sağlayan da bu oldu. Sanırım hislerine tercüman olduğum için, boyayla yapılmış bu sert eleştiriye tebessümle bakıyor insanlar.
T.Z.: Araç olarak yalnızca resmi mi kullanıyorsun?
M.Y.: Meramımı boyayla daha rahat anlatıyorum. Ancak son zamanlarda videoya da bulaştım. Tuvallerle uğraşırken, Nerede Bir Satılmış, Yalancı ve İki Yüzlü Varsa…!’nın video çeşitlemeleri üzerinde çalışıyorum örneğin.
T.Z.: Yazılara hangi hayvanın eşlik edeceğini önceden planlıyor musun, yoksa daha sonra mı karar veriyorsun?
M.Y.: Genelde en son karar veriyorum. Süreç ilerledikçe, tuvale yazdığım haberler yönlendiriyor beni. Örneğin deve ve maymunların devreye girdiği tuvaller geçtiğimiz Ocak ve Şubat aylarında ortaya çıktı. Bu iki ayın en belirleyici olaylarından biri bence TEKEL işçilerinin haklı direnişiydi. Hepimize iyi bir ders verdiler, örnek oldular işçiler. Başta o direniş olmak üzere, Ocak ve Şubat aylarındaki haber ve yorumlar yön verdi işlerime. İlk yapıldıklarında ‘güncel’ idi; şimdi an be an ‘tarihsel’ olmaya doğru yol alıyorlar.
(rh+ art magazine, sayı: 70, Nisan 2010: 41-43)
Kaynakça:
[1] John Berger, Görme Biçimleri, çev. Yurdanur Salman, Metis Yayınları, İstanbul, 1995: 46–57.
[2] Richard Leppert, Richard Leppert, Sanatta Anlamın Görüntüsü, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2002: 278-79.
[3] John Berger, Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı, çev. Yurdanur Salman-Müge Gürsoy, Metis Yayınları, 1989: 224-25.