Siyasetçilerimizin sanat ve estetiğe bakışları, beğeni ve değerlendirme düzeyleri hakkında ciddi, bilimsel bir araştırma yok elimizde. Bunun için her biriyle özel görüşmeler yapılarak neler dinlediklerinin, mekânlarında ne gibi yapıtlar bulundurduklarının, konuyla ilgili neler okuduklarının, eğer yönetici konumdaysalar ne gibi demeç ve kararlar verdiklerinin ayrıntılı bir şekilde ortaya konması gerekir. Şimdilik elimizdekiler bir takım demeç, karar, haber ve gözlemden ibaret.
Atatürk’ün konuya ne denli önem verdiğini biliyoruz. “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” ve “Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur” sözleri, ilk aklımıza gelenler. Esasen onun bu eğilimi, Osmanlı devletinin bunalımdan kurtulabilmek için giriştiği bir dizi modernleşme çabasının kültürel alandaki devamı niteliğindeydi. Bilindiği üzere, modernleşme önce askerî alanda başlatılmış, bunun için Batı’ya öğrenciler gönderilmiş, gidenlerden bazıları kendi mesleklerinin yanı sıra Batı sanatını da öğrenerek dönmüşlerdi yurda. Gerek sanat tarihimizdeki asker ressamlar kavramı, gerek 1883’te öğrenime açılan Sanayi-i Nefise Mekteb-i Âlisi (şimdiki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin kökeni) o süreçle bağlantılıdır. Kurumun kapısı başlangıçta kızlara kapalıydı. 1914’te İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurulmasıyla, kızlar ayrı bir binada da olsa sanat eğitimi olanağına kavuşmuşlar; Cumhuriyet rejiminden itibaren de kız ve erkek öğrenciler aynı çatı altında eğitim almaya başlamışlardır. Osmanlı ve Türk modernleşmesinin kültür alanındaki en önemli simgelerinden olan bu kurum daha sonraki sanat eğitimi kurumlarına ilham vermiş; bunlar hep birlikte sanat ve estetik konusundaki algıların dönüşümünde rol oynamışlardır. Değişim, hocasıyla öğrencisiyle önce akademik camiada başlamış, ardından diğer resmî ve özel kurumlara sıçramış, derken Anadolu’ya yayılmıştır.
Peki, bu sanat siyaseti bugün durum istenen düzeyde mi? Diğer İslam ülkeleriyle karşılaştırıldığında ülkemizin daha iyi bir konumda olduğu; ancak, gerek batılı gerek Çin, Japonya ve Kore gibi doğulu ülkelerin gerisinde kaldığı aşikar. Bu sadece bir sanat meselesi değil. Evrensel anlamda, bilimsel ve teknolojik alanlarda da durum üç aşağı beş yukarı aynı. Tüm alanlardaki yaratıcılığımız, patent sayımız, dünya kültürüne eklediğimiz terimler ve kavramlar açısından baktığımızda durum pek iç açıcı değil. Neden? Sorun, yenileşme hareketlerinin Cumhuriyet’in başlangıcındaki heyecan ve ivmesinden uzaklaşması gibi görünüyor. Ancak, Kemalistleri kayırıp tüm suçu diğerlerine, özellikle de muhafazakâr iktidarlara yüklemek de kolaycılık olur kanısındayım. Asıl sorun, bu ülkeye eleştiri/özeleştiri kültürünün tam olarak yerleşememiş olmasıdır.
Konuyu sanatla sınırlı tutarak bakalım: Nazım Hikmet’in 1925’ten itibaren karakol ve mahkemelere çağrılmaya başlaması; 1938’de 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılması; İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın yatması; 1950’de bir af yasasıyla salıverilmesi; çürüğe ayrıldığı halde 48 yaşında yeniden askerlik yapmaya çağrılması; öldürüleceği yolundaki duyumlar üzerine yurt dışına kaçmak zorunda kalması ve nihayet 1951’de Türk vatandaşlığından çıkarılması en bilinen örnektir. Yine, Nuri İyem 1946’da bir sergi açmak istemiş, ancak mimli olduğu için izin verilmemiştir. Aziz Nesin’in de dergi, kitap ve yazıları yüzünden resmî makamlarla başı sık sık derde girmiştir. 1947’de 10 ay ağır hapis ve 3 ay 10 gün de Bursa’da gözaltında bulundurulma cezasına çarptırılmış; 1948’de bir dava yüzünden 4 ay tutuklu kalmış; 1949’da da 6 ay hapse mahkûm edilmiştir. Rıfat Ilgaz ve Sabahattin Ali de yazıları nedeniyle 1947’de 6’şar ay hapis yatmış; Sabahattin Ali 1948’de yurt dışına kaçmak üzereyken, kendisini kaçıracak olan adam tarafından öldürülmüştür. Bunlar daha sonraki çelişkili ve sancılı sürecin işaretleriydi.
Devlet samimi olarak baştan itibaren bir yandan aydın ve modern bir nesil yetiştirmek istemiş, bunun için gelişmiş Batılı ülkelere öğrenciler göndermiş; bir yandan da onları hep kontrol altında tutmaya gayret etmiş, resmî ideolojiyi eleştirenleri uyarmış, bunda ısrarcı olanları da cezalandırmıştır. Resmî ideoloji düne kadar Kemalizmdi; şimdilerde İslamcılık olmuş vaziyette. Anlayacağınız, yasakçı ve cezalandırıcı zihniyet bir şekilde devam ediyor. Hangisinin artı ya da eksilerinin daha çok olduğunu tartışacak durumda değiliz. Nihayetinde, tüm iktidarların kökeni de besleyeni de bu coğrafyadır.
Metnin başlığına (‘siyasetçilerimizin sanata bakışı’na) dönerek birkaç gözlemimi paylaşmak istiyorum (medyaya düşenler zaten biliniyor; bu yüzden yerel ve simgesel dört örnekle yetineceğim).
1.
Ankara’da Kennedy Caddesi üzerinde Çankaya Belediyesi’nin Çağdaş Sanatlar Merkezi diye bir mekânı var. “Yiğidi öldür, hakkını yeme” demişler. Tasarımıyla, sadece Ankara’nın değil Türkiye’nin en güzel mekânlarından biri burası (muhtemel video işler için her kata donanımlı birer karanlık oda düşünülseydi daha da iyi olurdu). Ancak, sadece mekân yapmak yeterli mi? Belediye, kurumsal sergilerden değil ama kişisel sergi açmak isteyen sanatçılardan kira (ve bu yetmezmiş gibi bir yapıt hibe etmesini ve ayrıca kokteyl masraflarını kendisinin karşılamasını) talep ediyor! Belediye Meclisi’nin kararıymış bu. Belediye sorumluları, sanat yapmanın zahmetli, masraflı, üstelik ürünlerin satılmadığını bilmeyecek kadar duyarsız ve cahiller mi? Kendine ‘yeni toplumcu’ diyen bir belediyenin kültür ve sanata desteği böyle mi olmalı? Kirayı ödeyen, sanatsal düzeyi ne olursa olsun, sergisini açıyor. Bu yüzden sık sık kiç (Alm. kitsch, bayağı, sıradan) sergilere ev sahipliği yapıyor o mekân. Kaldı ki, araya adam koyanların yer kirası ödemeksizin kişisel sergilerini açtığı biliniyor. Her durumda, sanatsal açıdan düzey düşüklüğüne kapı aralayan bir uygulama sözkonusu.
Belediyenin danışmanı kim(ler) acaba? Kurumun işi iyi bilen, ilkeli ve kültürlü bir danışmanı ya da jürisi olmalı. Kişisel sergilerden kira almaktan vaz geçilmeli; tam tersine, sanatçının taşıma, kokteyl ve katalog masrafları karşılanmalı. Asıl destek böyle olur. Bunları yapan bir kuruma sanatçı kendini temsil eden bir eserini seve seve hibe edebilir. Böylece belediye zamanla çok iyi bir koleksiyona kavuşmuş ve bir müzenin de temelini atmış olur.
2.
Geçen sene bir konser için, Yeni Mahalle Belediyesi’nin Lalegül-Ostim yolu üzerindeki Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Merkezi’ne gitmiştim. Konserden önce mekânın içene şöyle bir bakayım dedim – ne göreyim? Sergi için ayrılan salonların birine, Hikmet Çetinkaya’nın adını vermişler (Bu, resim heveslilerine kurs veren mi, yoksa Cumhuriyet gazetesi yazarı Çetinkaya mı, anlayamadım). Kimsenin resim yapıp sergi açmasına karşı olduğum sanılmasın. Herkesin sanat yapmaya hakkı olduğuna; dahası, özü itibariyle her insanın sanatçılık potansiyeli taşıdığına inananlardanım. Ancak, “örnek her zaman mümkün olanın en iyisi olmalı.” Ankara’da, öyle bir kültür merkezinde, bir sergi salonuna verilebilecek isim ararken Türk sanatının aynı kentte yaşayan duayenlerinden biri (örneğin, Turan Erol, Adnan Turani ya da Zafer Gençaydın) hiç mi gelmedi akıllara? Belediye yöneticileri konunun cahili olabilir, bu anlaşılabilir bir şey. Keşke dost ahbap mantığıyla hareket etme yerine güvenilir bir uzmana danışsalardı.
3.
Üçüncü örneğim, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı karargah duvarındaki kocaman Atatürk kabartması. Söylentiye göre, Tankut Öktem çalışma sürecinde ansızın aramızdan ayrılınca, bu kabartma yardımcıları tarafından bitirilmiş. Öktem imzalı bu kabartma, maalesef hem Atatürk’e hem de heykel sanatına hakaret niteliğinde. Sanatsal yaratıcılığı geçtik, modlesi bile doğru dürüst kotarılamamış.
4.
Son örneğim TBMM kompleksi içinde 140 metrelik bir tünelde yer alıyor. Anadolu Medeniyet Yolu adlı bu panoromik proje, Cemil Çiçek’in TBMM Başkanı olduğu dönemde gerçekleştirilmiş. Çiçek’in broşürde verdiği bilgiye göre; “81 ilimizde mevcut olan tarihî, turistik ve tabiî güzelliklerin bir araya getirilmesi hedeflenmiş”, bunun için “ülkemizin önde gelen sanatkârlarından” bir ekip oluşturulmuş. Ekip başı olarak Bekir Salim ve isimleri belirtilmeyen diğer beş arkadaşı, altı ay boyunca çalışarak işi bitirmişler. İtiraf edeyim, bunca yıldır işin içinde biri olarak ‘ülkemizin önde gelen’ bu sanatçısının ismini daha önce hiç duymadım. Gözümden kaçmış olabilir diye, elimdeki güvenilir kaynaklara yeniden baktım. Yok. Son çare, İnternet’te aradım; Zaman gazetesinde yazan, arkadaşları arasında şair ve ressam diye bilinen biri çıktı. Neyse, gelelim 140 metrelik resmin niteliğine: Salim belli ki resim yapmayı seviyor. Ancak yaptığı şeylerin amatörlük düzeyinde kaldığı aşikâr. Daha önce de söylediğim gibi, kimsenin resim yapmasına ya da evine istediği resmi asmasına karışamayız. Ancak, TBMM gibi “örneklerin en iyileri”nin yer alması gereken bir mekâna duvar resmi yapılması düşünüldüğünde, çok özenli davranılmalıydı. Proje, hangi uzmanların onayından geçti, merak ediyorum. Yapımı altı ay sürmüş ama tam o süreçte resimden birazcık da olsa anlayan birileri çıkıp uyarmamış (uyardıysa da sözünü dinletememiş) demek ki.
Atatürk bu günleri görmüşçesine, “Güzel sanatların her dalı için, TBMM’nin göstereceği ilgi ve emek, milletin insani ve medeni hayatı ve çalışkanlık veriminin artması için çok etkilidir” […] “Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz… Hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat sanatkâr olamazsınız” diye uyarmıştı yıllar önce.
Sanat ve estetik konusundaki bu zavallı durumu halihazırdaki iktidara bağlayarak işin içinden sıyrılamayız. Bu, bir parti değil, partiler sorunu. Bu bir kültür sorunu. Atatürk’ten sonrakiler, onun açtığı yolu ilerletmek ve genişletmek şöyle dursun, kültür ve sanat konusuna gereken önemi vermemişler maalesef. Korkarım, böyle bir ihtiyacın farkında bile olmamışlar. Bu, TBMM binasının içine ve çevresine bakınca hemen anlaşılıyor.
Bina, 1938’de açılan yarışmayı kazanan Avusturyalı mimar Prof. Clemens Holzmeister’in (1886-1983) eseri. Mimar, Türkiye Cumhuriyeti’nin gücünü ve ölümsüzlüğünü simgelesin diye, binayı ağır başlı ve sağlam nitelikte tasarlamış. Temeli 1939’da atılan yapı, 1961’de hizmete açılmış. Mimarın bir estetik duyarlığı olduğu hemen anlaşılıyor. Ancak aradan geçen zamana karşın, bizimkilerin gerek iç mekâna asılan yapıtlar, gerek çevre düzenlemesi konusunda gereken önemi vermediği görülüyor. Duvarlarda tek tük özgün tablolar olsa da, çoğunlukla bir takım dijital baskılar asılı. Çevreye gelince: Ağaçlandırılmış, ama uygun olduğu halde nedense heykellerle zenginleştirme yoluna gidilmemiş. Binanın açılışından tam yirmi yıl sonra, bir yarışma sonucu Hüseyin Gezer’in yaptığı Atatürk Anıtı dikilmiş bereket versin. Keşke ilerleyen yıllarda demokrasi, bilim ve sanata ilişkin çağdaş heykeller yerleştirilseydi. Gerçi, TBMM tünelindeki sözünü ettiğim Anadolu Medeniyet Yolu adındaki uygulamayı görünce, “İyi ki bir de heykel yaptırmaya girişmemişler” diyesi geliyor insanın. Tüneldeki projeyle aynı mantıkta ve düzeyde heykelleri düşünmek bile istemiyorum. Hiç değilse orada çalışan memurlar ve gelip geçen milletvekilleri dışında tüneldekini kimsecikler görmüyor…
Sonuç
Bilimsel ve sanatsal alanlarda özerklik ve uzmanlık çok önemlidir, saygı gösterilmelidir. Bu alanları ‘halkın beğenisi’ ve ‘geleneksel değerlerimiz’ gibi popülist söylemlere kurban etmemeliyiz. Kuşkusuz, ilkokula bile gönderilmemiş annemi, ikinci sınıftan terk babamı ve diğer büyüklerimi sever sayarım ; ama sanatsal ve bilimsel alanlarda onlar gibi düşünmeye devam edecek olsaydım, bunca okumaya, dirsek çürütmeme ne gerek vardı? Bu, halkı küçümsemek değil, tam tersine önemsemektir. Geleneksel bakış açısında ısrar etmek yerine, gerek birey gerek toplum olarak kendimizi yenilemek, çağa uydurmak ve yeni yollar açmak zorundayız. Plastik sanatlarda uzman oluşum, bana bilim ya da müzik alanında da ileri geri söz söyleme hakkını vermez (çünkü o alanlarda gerçekten zayıfım). Bilmediğim konularda, kulaktan dolma bilgilere ya da farkında olmadan edindiğim değerlerime sığınmak yerine, uzmanlara sorarım, kitaplara bakarım, bilgilenirim. Kültürel yozlaşmanın başlıca sorumluları, “bilgi ve deneyim sahibi olmadan fikir sahibi olan” makam sahipleridir.
Metni, daha önceki bir yazımın sonuç paragrafını birazcık değiştirerek bitirmek istiyorum: İktidarın adı ister (solcu, liberal, sağcı, dinci, laik, ırkçı, etnik) ‘Parti’, ister ‘Kilise’, ‘Cami’, ‘Cemevi’, isterse ‘Toplum’ olsun; eğer sanat ve bilimin yaşamasını istiyorlarsa, bunlar kendi ahlâk ve beğeni ölçütlerini bu alanlara dayatmaktan vazgeçmelidir. Çünkü sanatın ve bilimin kendi ahlâkları, doğaları vardır. Bu, özgürlüktür, özerkliktir. Ondan uzaklaşmak, sanat ve bilim için öldürücüdür. Şu an içinde çırpındığımız tehlike budur.
KAYNAKÇA
ANONİM, “Atatürk’ün Sanat için Söyledikleri”,
http://www.renklinot.com/kultursanat/ataturkun-sanat-ile-ilgili-sozleri-ve-ozdeyisleri.html
BEK, Güler. (2007). 1970 – 1980 Yılları Arasında Türkiye’de Kültürel ve Sanatsal Ortam. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı Doktora Tezi, Ankara.
ÇİÇEK, Cemil.(2015). “Anadolu Medeniyet Yolu”, TBMM Basımevi.
ERDER, Necat. (1998). “Kültürel Gelişme ve Devlet”, Türkiye’de Kültür Politikaları. İstanbul: İKSV, ss. 69-90.
GÖK, Fatma (1999). “75 Yılda İnsan Yetiştirme Eğitim ve Devlet”, 75 Yılda Eğitim. İstanbul: Türk Tarih Vakfı.
TANSUĞ, Sezer. (1986). Çağdaş Türk Sanatı. İstanbul: Remzi Kitabevi.
YASA YAMAN, Zeynep. (1994). “Kültür Politikaları Açısından Sanat Ortamı”, 4. Ulusal Sanat Sempozyumu – Kültürün Gelişiminde Sanatın Öncülüğü (4 – 6 Mayıs 1994). Ankara: Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Yayını, ss. 155 – 162.
YILMAZ, Ayşe Nahide. (2015). 1980 Sonrası Türkiye’de Sanat ve Siyaset. Ankara: Ütopya Yayınevi.
YILMAZ, Mehmet. (2016). “1945 Sonrası Türkiye’de Sanat Eğitimi Siyaseti”, Sanat Üzerine Okumalar – 60 Yıla Bakış, ed. Lale Özgenel, ODTÜ Yayıncılık, ss. 155-180.
YILMAZ, Mehmet (2013). https://mehmetyilmazmehmet.com/metinler-texts/imdat-boguluyoruz-yetis-modernizm-mehmet-yilmaz/