(Modernden Postmoderne Sanat’ın son bölümünden kısaltılarak alınmıştır)
Sokağın ruhu her yere sızmış; dış ve iç mekân imgeleri arasındaki farklılığı muğlaklaştırmış, hatta ortadan kaldırmış durumda. Aslında bu her zaman böyleydi, ama bir ara görmezden gelinmişti. Kesintisiz bir şekilde eski çağlardan bugüne, dış mekânlara resimler ve anıtlar yapıldığını unutmayalım. 20. yüzyılda bazı ressam ve heykeltıraşlar yapıtlarından dış gerçekliğe ait her türlü izi silmeye çalışırken; pazarlamacılar da yalıtılmış kutsal mekânlar (beyaz küpler) hazırlamıştı. Bu sistem halen yürürlükte; ama tek geçerli sistem olmadığı da ortada. Dışarısının ruhu içeriye müdahale ederken, içerininki de dışarıya müdahale etmekte, her taraf melezleşmektedir.
Sokağa her çıkışımda, pop sanatçılar geliyor aklıma. Duvar boyunca yan yana yapıştırılmış, birbirinin aynı afişler Warhol’ü; vitrinlerdeki erotik mankenler Wesselmann’ı; yer yer yırtılarak tanınmaz hale gelen afişler Rauschenberg’i anımsatıyor. ‘Taklit, aslını anımsatır’ derler. Ama durun bir dakika – kim kimi taklit ediyor? Asıl (özgün) olan, bu sanatçılar mı yoksa bizzat sokağın kendisi mi? Benim yanıtımı tahmin etmişsinizdir. Reklam imgelerinin yanı sıra, gizemli sokak sakinleri tarafından kondurulmuş yazı ve resimler de her tarafa yayılmış durumda. Sokak, hem insanların (gizli ya da açık) kendilerini ifade etme olanağı bulduğu bir sanat ortamı; hem de anonim yaratıcılarını kendi parçaları haline getirerek kendini durmaksızın yenileyen bir sanat yapıtı – uçsuz bucaksız, kaotik yerleştirme – birleşik sanat yapıtı.
İster müşteri ya da sevgilinin, ister mahalle sakinlerinin, isterse siyasal iktidarın dikkatine sunulsun, sokak imgelerinin istilacı ve isyankar bir özelliği var. Kontrol edilmeleri zor, hatta olanaksız.
Banksy takma adıyla ünlenen İngiliz sanatçı, sokağın ruhundan ilham alıyor. Sorumluluk duygusuyla hareket ediyor. Toplumsal ve siyasal hiciv yüklü çalışmalarını, izinsiz olarak genellikle sokaklarda, bir gerilla ruhuyla gerçekleştiriyor. Sanatının merkezinde şablon tekniğine dayalı sokak resimleri var. Yanı sıra, filmler ve üç boyutlu işler de yapıyor. Sanatçının belli bir sanatsal türe hapsedilmesi olanaksız; ancak çok belirgin bir biçemi olduğu da ortada.
Biri normal diğeri gizli, iki yaşantısı var Banksy’nin. Sanatçı olarak, çok güvendiği birkaç kişi hariç, yüzünü şimdiye kadar kimseye göstermemiş. Resmî makamlarla başının derde girmemesi için böyle davranmak zorunda zaten. Ayrıca bu gizemli kimliği, hakkında yaratılan efsaneye de katkıda bulunuyor. Banksy 1974’te Bristol’da doğmuş, büyümüş. Babası bir fotokopi teknisyeniymiş. Çocuk yaşta kasaplık eğitimine verilmiş; ama metro ve sokaklarda müzik ve resim yapanlara, yazı yazanlara takılmaya başlamış, tekniğin ruhunu kapmış. 1980 sonlarındaki bir fabrikada çıkan patlamasının etkisiyle de şimdi tanık olduğumuz alana iyice dalmış. Tarzının oluşmasında, içinde yetiştiği arkadaş çevresinin yanı sıra, babasının sınıfsal konumu ve mesleği de etkili olmuş gibi. Fotokopi, kolay resim elde etmenin en kestirme yollarındandır. Bir görüntüyü istediğiniz boyutta basabilir, şablonunu çıkarıp amacınıza uyarlayabilirsiniz. İstisnalar hariç, genellikle öyle yapmış zaten. İzinsiz ve geceleri çalıştığı için, elden geldiğince hızlı bitirmek zorunda. Ancak, sanatının basit bir aşırmacılığın çok ötesinde olduğunu kabul etmeliyiz. Güncel gerçeklerden beslenen, son derece zeki, duyarlı ve yaratıcı bir sanatçı var karşımızda.
Sokakların yanı sıra, yine gizlice müze ve alışveriş merkezi gibi iç mekânlarda da eylemler gerçekleştiriyor Banksy. Son derece doğrudan, gerçekçi, mizahî ve etkili imgeler bunlar. Çizim ve boyama becerisi çok iyi. Onun bir önemi de burada gösteriyor kendini. Bazı kavramsal sanatçıların resim sanatına saldırılarını umursamamış; resme yeniden saygınlık kazandırmıştır. Ele aldığı konulara gelince, yok yok: Siyasî ve askerî makamlardan piyasa borazanlığı yapanlara, sokak polislerinden belediye yetkililerine, olup bitenlere duyarsız vatandaşlardan sanat simsarlarına, hizmetçilerden çocuklara, herkes payına düşeni alıyor. Bazen kıyasıya eleştiriyor, bezen umut aşılıyor. Bristol’dan Londra ve New York’a, Paris’ten Beytüllahim ve Timbuktu’ya, dolaştığı yerlerde gözüne kestirdiği mekânlara konduruyor imgelerini.
[…]
Günlük yaşamla, sokağın ruhuyla bütünleşen bu tip resimlerin, doğaları gereği, kalıcılık iddiaları falan yok. Müzelere hapsedilmiş akrabalarının tersine, daha özgür sayılırlar. Tabii, buna karşın yaşam garantileri yok; kaderleri hava koşullarına, bina sahiplerine ve resmî makamların insafına bağlı. Kimilerinin üstü badanayla kapatılıyor, kimilerine başka sanatçılar yeni şeyler ekliyor, kimileri de öylece bırakılıyor. Eğer Banksy gibi ünlenmiş biriyseniz, işleriniz elden geldiğince korunuyor, hatta duvarla birlikte büyük paralarla satın alınıyor; taşınabilir olanlar koleksiyonlara dâhil ediliyor.
Banksy gibi JR da (d. 1983, Paris) onlu yaşlarda sokak ve metrolara resimler yaparak kurmaya başlamış dünyasını (malûm, JR da yine bir takma isim). Günlerden bir gün Paris metrosunda bir fotoğraf makinesi bulunca, arkadaşlarıyla birlikte, resim yapma eylemini belgelemeye başlamış. 17 yaşındayken çektiği fotoğrafların fotokopilerini açık alanlardaki duvarlara yapıştırmaya karar vermiş – yeraltından yeryüzüne (kendi sözleriyle, ‘dünyanın en büyük sanat galerileri olan sokaklar’a) çıkmış. İmgelerin boyutları (reklamlarla yarışırcasına) giderek büyümüş, insan yüzleri ön plana çıkmaya başlamış, medyanın dikkatini çekmiş, derken, ünlenmiş. JR o günden bugüne dünyanın birçok yerinde ses getirici projeler gerçekleştirmektedir. Kendini fotoğrafçı ve kent eylemcisi olarak tanımlıyor. Fabrice Bousteau ise, belgeci yanını vurgulamak için olsa gerek, ona ‘21. yüzyılın Cartier-Bresson’u’ diyor.
Fotoğrafçı JR suçluluk, özgürlük, kimlik ve sınırlar gibi güncel sorunları belgeliyor –ama ne belgeleme! Kadınlar Kahramandır, 2008-2010 yıllarında Afrika, Hindistan, Brezilya ve Kamboçya’da gerçekleştirdiği dizilerden biri. […] Hem Brezilya’da polislerin yargısız infazlarını protesto etmek, hem de yakınları öldürülen kadınların acılarını duyurmak amacıyla gerçekleştirmiş bu yerleştirmeyi sanatçı. BM kayıtlarına göre, yalnızca Rio de Jenerio’da 2007’de 1270 kişi öldürülmüş. Polisin işlediği cinayetlerin genellikle cezasız kaldığını öğrenen sanatçı, olayların en yoğun yaşandığı bir semte giderek yakınları öldürülen kadınları bulup tek tek yüzlerini fotoğraflamış, evlerinin ön cepheleri boyutlarında siyah beyaz olarak basmış ve birkaç yardımcıyla birlikte bir gecede asmış. Tabii, resmî makamlardan habersiz gerçekleştirmiş bu eylemi.
Mahalle sakinlerinden polis ve medya mensuplarına, gün aydınlandığında ortaya çıkan manzarayı şöyle bir getirin gözlerinizin önüne. Üst üste yığılmış evlerden oluşan yoksul semte yayılmış siyah beyaz fotoğraflar – yakınları öldürülmüş, yuvaları parçalanmış her evden acıyla bakan kocaman kadın yüzleri – yaşamak için direnen, kahraman kadınlar bunlar. Düşünce ve uygulama hayranlık uyandırıcı. Fotoğraflar binaların pencere, kapı ve kat gibi kısımlarına denk gelen yerlerinde kesintiye uğramış ki, bu da çalışmada vurgulanan acı ve parçalanmışlık hissiyle mükemmel örtüşmüş.
Rio de Jenerio’da uygulanan bu projenin tarihi 2008-2009 olarak veriliyor internette. Demek, eylem yasadışı başlamış olsa da, medya ve halkın sahiplenmesinden ötürü, yaklaşık bir yıl devam etmiş, bir anlamda meşrulaşmış.
Artık sanat dışı amaçlarla gerçekleştirilen gösterilerin de sanatsallaştığı bir ortamda yaşıyoruz. Ya da en azından, gösteri sanatçılarının etkisiyle, bazılarını biz öyle algılıyoruz. Gün geçmiyor ki sokakta ve medyada “vay be, yaratıcı, ilginç, işte bu!” dediğimiz gösterilerle karşılaşmayalım. İşte onlardan biri: 2009’da haberlerden öğrendiğimize göre, Hint Okyanusu’ndaki Maldivler’de, başkent Male yakınlarındaki bir adacıkta, iklim değişikliğinin etkilerine dikkati çekmek üzere bakanlar kurulu su altında toplantı yapmış. Bunun için, 14 bakana dalgıçlar 2 ay boyunca eğitim vermiş. Suya ilk olarak devlet başkanı Muhammed Naşid dalarken, onu mayolu ve tüplü bakanlar izlemiş. 6 metre derinlikte, U biçimindeki masada, karbondioksit salımının azaltılması için tüm ülkelere eylem çağrısında bulunan bir karara imza atmışlar. Öğrendiğimize göre, 1192 adadan oluşan Maldivler, deniz seviyesinde görülecek en ufak bir artışla sular altında kalacakmış.
Hükümet yetkilileri aynı kararı elbette sıradan bir toplantıda da alabilirlerdi. Ama istemişler ki dikkat çektikleri konu daha çok insana ulaşsın, karar daha etkili olsun. Fikrin ‘özne’si hükümet içinden mi, yoksa dışarıdan biri miydi, bilmiyoruz. Belki de bir beyin fırtınasının ortak ürünüydü bu fikir. Nasıl ortaya çıkarsa çıksın, öznesi ister tekil, ister çoğul olsun, nihayetinde yaratıcı olduğu ortada. Karara imza atanların asıl niyetleri elbette sanat değildi; ama izninizle, bu sualtı toplantısını (yeryüzü, gösteri ve kamusal sıfatlarıyla anılantürlerin kesiştiği yerde duran) sanatsal bir eylem olarak öneriyorum.
[…]
31 mayıs 2013’te İstanbul Taksim Gezi Parkı’nda patlak veren ve sonraki haftalara sarkan eylemin odağında yine çevre duyarlığı vardı. Ancak bu eylemin çapı ve karakteri bir öncekinden farklılıklar taşıyordu. Maldivler’deki eylem bizzat resmî makamlarca planlanıp uygulanmışken; Türkiye’deki eylem resmî otoriteye karşı, plansız gelişen bir isyan niteliğindeydi.
Gezi Parkı’nda ağaç katliamını durdurmak için gençlerin başlattığı barışçı eylemi Polis çok sert bir saldırıyla dağıtmak isterken, hiç beklemediği bir dirençle karşılaştı. Polisin orantısız gücünü, özellikle de kadınlara uyguladığı şiddeti gören İstanbul halkı direnişe katıldı; hemen ardından direniş Türkiye’ye yayıldı, dünyanın dört bir yanında da yankılandı, desteklendi. Derken, bu direniş, yaşam biçimlerinin artık iyice tehlikeye girdiğini hisseden yurttaşların hükümetin din temelli ve tektipleştirici baskılarına birikmiş öfkesinin ve özgürlük isteminin dışavurumu haline geldi. İlginç olansa, daha önce birbirine pek iyi gözle bakmayan siyasal grupların ve o güne dek siyasetten uzak durmuş gençlerin bir araya gelmesi ve nihayet nine, dede, anne, baba ve çocuklar tarafından desteklenmesiydi.
Bu halk kitlesinin yapısını tanımlayacak elimizdeki sanatsal kavram kesyap (kolaj) gibi duruyor. Doğal olarak, sabit ve yüzeysel değil, hem fiziksel hem sanal ortama yayılmış, kaotik ve küresel nitelikli bir yapıydı bu. Bu yapının bir diğer özelliği, kendi kendini yaratmasıydı – öznesi bizzat kendisiydi.
Daha önce hiçbir direnişin bu denli sanatsallaştığını anımsamıyorum. Yalnız devlet değil, siyasal partilerden kamuoyu araştırması yapan şirketlere, sanat ve bilim çevrelerine, herkes apansız yakalandı; kaotik pratik, kalıplaşmış açıklamaları çaresiz bıraktı. O güne kadarki siyasal kategorilerin anlamsızlaşmış olduğu su yüzüne çıktı; çünkü bağlam çoktan değişmişti. İletişim teknolojilerinin başdöndürücü bir hıza ulaştığı, özgürlüğün temel talep haline geldiği bir zamanda, insanları tektipleştirmek artık olanaksızdı. Simgesel olarak söylenirse, bu, dijital gençliğin analog iktidara isyanıydı. Araç, bir kez daha zihinlerde devrime yol açmıştı.
Sanat, siyaset, piyasa ve teknoloji ilişkileri çetrefillidir. Daha önce, bu konudaki bir yazımı şöyle bitirmiştim:
“[… ] ister ulusal ister küresel çapta, sanatsal manzara şimdilik şudur: ‘Sanat’ denen şey egemen güçler (çağdaş prensler), sanatçılar (çağdaş soytarılar) ve diğer aracılar (küratörler, eleştirmenler, reklamcılar) arasında oynanan gösterişli ve gerilimli bir oyuna dönüşmüş olup, halk da bu oyunu seyretmektedir. Halk sahaya ne zaman ve nasıl inecek, oyunun kuralları yeni baştan ne zaman ve nasıl yazılacak? İşte, asıl mesele budur.”
Doğrusunu söylemek gerekirse, umudum zayıftı. Tezgah öyle bir kurulmuştu ki, başka seçeneklerin devreye girmesi, hele bu kadar ses getirmesi olanaksız gibiydi. Ama işte oldu, halk sahaya indi ve kendi sanatını yarattı. Plansız, anlık, doğaçlama bir sanattı bu – direnme sanatı.
Direniş boyunca tam bir yaratıcılık patlaması yaşandı. Direnişçiler Polis şiddetine kitaplı ve müzikli eylemlerle, esprili slogan ve görsellerle karşılık verdiler. Sanal ve gerçek mekânlar yaratıcı eylem imgeleriyle dolup taştı. Sokak sanatı, slogan sanatı, dijital sanat, eylem sanatı, kamusal sanat, birleşik sanat – hepsi birlikte, yan yana ve iç içeydi. Birbirlerini etkilediler, birlikte çoğaldılar. Birer yaratıcı öznesi varsa bile, bu imgelerin büyük kısmı şimdilik anonim (Toz duman yatıştığında, bu imge ve eylemlerin daha derinlemesine araştırılacağını tahmin ediyoruz – bunu hak ediyorlar). Modernizmin ilahlaştırdığı ‘biricik’ sanatçıdan çok, ortak ruhun yaratımlarıydı bu imgeler, eylemler (Binlercesi arasından çok azına yer verebildik. Tabii, fotoğrafların kompozisyon güzelliğinden çok eylem biçimleriyle ilgilendiğimizi belirtmeliyiz). ‘Ben’ önemsiz değildi; ama sanatta ‘biz’in de en az ‘ben’ kadar önemli olduğu bir kez daha kanıtlandı. Gençler, harikalar yarattılar. Devletin orantısız gücü varsa, direnişçilerin de orantısız zekâsı vardı! İşte tam da bu yüzden, kaba güçle her şeye çeki düzen vereceğini sanan iktidar şaşkın ve çaresiz kaldı.
Direnişin yarattığı imgeler ve eylem biçimleri, Picasso’yu, Duchamp’ı, ama özellikle de Beuys’un ‘genişletilmiş sanat’ kavramını ve Abramoviç’in kadın bedenine dikkat çeken gösterilerini ve ilgili kavramları yeniden düşünmemizi sağladı. Beuys’a göre, genişletilmiş sanat; bir yandan yaşam-siyaset-sanat arasına çekilen, sanat için sanat odaklı pürist/modernist sınırın ihlal edilmesi, ortadan kaldırılması; diğer yandan da parti diktatörlüğünün (lider sultasının) aşılması demekti. Çağdaş gösteri sanatlarının başarıya ulaşabilmesinin yolu, dar çevreden taşarak geniş kitlelere ulaşmasından geçiyordu. Duchamp ve Beuys’un iddiaları, her mekânın sanat ortamı, her nesnenin sanat yapıtı ve her insanın sanatçı olabilme potansiyeli taşıdığına ilişkindi. Gezi Direnişinin isimsiz kahramanları bunu kanıtlamakla kalmadılar; steril ve yapay ortamlarda sanat niyetiyle gerçekleştirilen önceki örnekleri aştılar – bizzat yaşamın içinde, yapmacıksız, doğaçlama bir şekilde yarattılar imgelerini. […]
1 Yorum