Büyük anlatılara güvensizliğin sanattaki karşılığı, Kant’ın başını çektiği yüce sanat ve dâhi sanatçı söyleminin terk edilmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Anımsanacağı üzere, Kant’a göre sanat yapıtı bir dehânın yaratmasıydı ve dehâları da genel kurallara bağlamaya olanak yoktu. Sanat yüce bir uğraş, sanatçı da yüce bir özne –dehâ– idi. Aslında bu oldukça aristokrat (soylu) bir yaklaşımdı. Burjuvazinin ve modern sanatçıların bu soylu (yüce) sanat söylemine sahip çıkmaları; daha doğrusu, soylu sınıfın sanat görüşünü uzun yıllar kendi görüşleri sanmaları ilginçtir. Çünkü ne burjuvazinin ne de modern sanatçıların kanında vardı soyluluk, yücelik. Onları bu tatlı rüyadan, malûm, Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde avazları çıktığı kadar bağıran, sanat ve estetik karşıtı tavırlarıyla dadacı ve gerçeküstücüler uyandırmıştı. Onların çomak sokmasıyla, estetik sanattan uzaklaştırılmış; seri üretim nesneleri sanat diye sunularak bireysel anlatım ve el becerisiyle dalga geçilmişti. Bunlar, hem yüce estetiğine bizzat sanatın kendi içinden vurulan darbeler, hem de postmodernizmin sinyalleriydi.
Öznenin gözden düşmesine neden olan dış müdahalelere gelince: Bir iddiaya göre, modern dönemde özne özgür bir yaratıcıyken, postmodern dönemde uluslarüstü sermaye çevreleri küratörler aracılığıyla sanat ortamını ve sanatçıyı istedikleri gibi yönlendirmektedir. İyi ama, modernizm henüz kurulma aşamasındayken, 1848’deki Manifesto’da burjuvazinin yeryuvarlağının her tarafına yayılmakta olduğu; ve bu süreçte de doktordan iktisatçıya, rahipten şaire kadar, bütün özneleri kendi ücretli emekçisi haline getirdiği söylenmemiş miydi? O halde, öznenin başına buyrukluğu, modernist bir kurgu, bir büyük anlatıydı!
Kuşkusuz özne var, özne var. Her şey bakış açımıza bağlı. Sanatçının yanı sıra, küratör de izleyici de öznedir. İzleyici izlerken, küratör de sergi yaparken ortaya koyar özneliklerini. Başka amaçlar için yola çıkan eylemci ya da grupların, örneğin Yeşil Barış örgütünün sanat kapsamına alan küratör bir özne gibi davranmış olur. Ayrıca, Yeşil Barış örgütü de sözcüğün tam anlamıyla öznedir. Sanatsal ya da değil, eylemleriyle ses getiren bileşik öznedir bu örgüt. Yani, öznenin ille de bireysel sanatçı olması bir zorunluluk falan değildir. Büyük sanatsal gösteriler, bir diğer bileşik özne olan sermayenin katkılarıyla gerçekleşmektedir. Modernist kurgu, vitrine sanatçıyı çıkarmıştı. Postmodern dönemde olup biten öznelerarası ilişkinin ortaya serilmesidir.
Peki, bütün bunlar bireysel öznenin tamamen öldüğü anlamına mı gelmektedir? Elbette hayır. Genellemeleri delecek istisnalar her zaman vardır. Örneğin, özneye en büyük saldırının sanatın kendi içinden, Duchamp’dan geldiğini kabul etsek bile, onun bir özne (son derece belirleyici bir özne) olmadığını kim iddia edebilir? Yine aynı şekilde, Beuys’tan Haacke ve Abramoviç’e kadar güçlü ve sorgulayıcı özneler dolaşıyor postmodern sanat arenasında. Bunların sermaye ya da resmî organlarla olan gerilimli ilişkilerine gelince; bence Beuys ve Haacke’nin güçleri, bireysel özneler olarak, Matisse ve Picasso’dan daha az değildir. Özet: Dehâ ve yüce sanat ölmüş olsa da, özne hâlâ ayaktadır – tabiî, çoğalmış olarak. […]
(Modernden Postmoderne Sanat, Ütopya Yayınevi, 2013: 213-214)