SANAT/SANATÇI, İCRA/İCRACI / Mehmet Yılmaz

Kaan Arslanoğlu, İnsan Bu sitesindeki “Tarık Akan: Satın Alınamayan…” adlı metnine gelen yorumlarda “sanatçı nedir, icracı nedir?” diye bir tartışma çıkınca, bu konuda bir şeyler yazıp yazamayacağımı sordu.

Metni ve yorumları okudum, ancak metnimi yukarıdaki soruyla sınırlı tutmaya gayret edeceğim. Sanırım bunun için öncelikle sanatın ne olduğuna bakmak gerekiyor.

Dikkat ettim, her alanın temsilcisi farkında olsun olmasın ‘sanat’ derken, merkeze kendi alanını koyuyor. Şair için öncelikle şiir, romancı için roman, sinemacı için sinema, ressam için resim, tiyatrocu için tiyatro, videocu için videodur sanat. Tabii soracak olursanız, herkes bu alanların hepsinin sanat kapsamında olduğunu söyleyecektir.

Peki ama, ‘Sanat Tarihi’ kitaplarının resim, heykel ve mimariyle sınırlı olmasını nasıl açıklayacağız? Açın bakın Gombrich’in Sanatın Öyküsü‘nü, Lynton’ın Modern Sanatın Öyküsü‘nü ve daha nicelerini, öyle. 1980 sonrasında bu algı kısmen değişti. Yeni kitaplarda fotoğraf, video, bazı canlı gösteriler ve hatta reklamlar da (postmodern) sanat tarihi kapsamına alınmış vaziyette. Şiir, roman, tiyatro, bale, müzik gibi alanlar ise halen kapsam dışında tutuluyor. O kitapların yazarları bu alanların sanat kapsamında olmadığını falan söylemiyor elbette. Yahu kardeşim, madem öyle, kitaplarınızda bunlardan neden söz etmiyorsunuz?! Kem küm… Uzun hikâye!

İngilizce konuşan ressam ve heykelciler kendilerini tanıtırken ‘I am an artist’ derler. Ama örneğin, bir yazar ‘I am an artist’ yerine  ‘I am an author’ (ya da writer) der. Diğer Batı dillerini bilmiyorum ama Fransızcada da böyle bu durum. Neden? Dedik ya, uzun hikâye.

Bu uzun dönüşüm sürecini tüm ayrıntılarıyla Larry Shiner Sanatın İcadı‘nda çok güzel anlatıyor. Eski Yunan’da bilim/sanat/zanaat (dolayısıyla sanatçı/zanaatçı/icracı vs) ayrımı yokmuş. Gramer, retorik, geometri ve astronomi gibi alanlardan dokumacılık, hekimlik, tarım ve teçhizata, yapılan her iş tekhne kavramı altında değerlendiriliyormuş. Tekhne, hem sanat hem zanaat demekmiş (Türkçe’ye Arapçadan geçen sanaat [sınaat] sözcüğü de aynı anlama geliyor [çoğulu, sanayi]). Yani, yapılan her türlü işi kapsıyormuş bu sözcük.

Eski Romalılar bu anlayışı aynen sürdürmüşler; ancak tekhne yerine, Latince ars sözcüğünü kullanmışlar. Yunanlı ve Romalıların gözünde gramer, retorik, geometri ve astronomi özgür sanatlarken; dokumacılık, hekimlik, tarım ve teçhizat gibi ‘el emeği’yle yapılanlar da bayağı (hizmetçi) sanatlar kapsamındaymış (resim, heykel ve mimarlık da teçhizatın alt dallarıymış). Ortaçağ ve Rönesans’ta bu bayağı (hizmetçi) sıfatı kulağa kaba gelmeye başlamış olmalı ki, o gruba mekanik sanatlar demeye karar vermişler. Özgür ve mekanik sanatlar, her ikisi birden ars kapsamındaymış; henüz sanat, zanaat ve bilim ayrımı yokmuş. 18. yüzyılda özgür sanatlar bilim kategorisine dâhil edilmiş; geri kalanlara güzel sanatlar denmiş; derken, yaratıcılık (icat) ve ustalık üzerinden gidilerek sanat ve zanaat ayrımı belirginleşmiş, modernizmin seçkinci tavrıyla da iyice keskinleşmiş; bir zamanlar alt sıralarda olan resim ve heykel, sanat tarihi kitaplarının baş köşesine yerleşmişler; akımların çoğu onlar üzerinden belirlenmiş.

Bu arada farkındaysanız sanatın bugün ne anlama geldiğine dair bir şey söylemedik hâlâ. Benim özel bir tanımım yok maalesef. Olanlardan birkaçını sizin için sıraladım:

Osmanlıca-Türkçe sözlük (M. Nihat Özön): “İnsana gerekli eşyalardan birini meydana getirmek için yapılan iş.”

Türkçe Sözlük (TDK): “Bir duygunun, tasarının veya güzelliğin anlatımında kullanılan yöntemlerin       tamamı veya bu anlatım sonucunda  ortaya çıkan üstün yaratıcılık; bir şey yapmada gösterilen ustalık.”

E.H. Gombrich (sanat tarihçisi): “‘Sanat’ denilen şey yoktur aslında. Yalnızca sanatçılar vardır. Bir zamanlar bazı insanlar renkli toprakla bir mağaranın duvarına duvar resimleri çiziktiriyorlardı. Bugünse bazıları boya satın alıp duvar ya da tahta perdeleri resimliyor ve daha birçok şey üretiyorlar. Tüm bu etkinliklere sanat demekte bir sakınca yok …”

P. Picasso (sanatçı): “Hepimiz biliyoruz ki, sanat doğruluk alanına ait bir şey değildir. Doğruyu (en azından, anlamamız için bize dayatılan doğruyu) fark etmemizi sağlayan bir yalandır sanat.”

A. Reinhardt (sanatçı): Sanat hakkında söylenebilecek tek şey, onun bir şey olduğudur. Sanat, ‘sanat-olarak-sanat’ demektir; başka bir şey de, başka bir şey demektir. Sanat, sadece sanat içindir, başka bir şey için değildir. Sanat, ‘sanat olmayan’ değildir.”

A. Derain (sanatçı): “Sanat, bir sevincin icadıdır.”

Aristoteles (filozof): “Sanat, doğada sürekli varolanı taklit etmektir.”

F. Nietzsche (filozof): “Sanat dünyanın genel hakikatdışılığını ve yalancılığını insanoğlu için katlanılabilir kılan gerçekdışı kültü ve onu kusurlu bir dünyaya karşı koruyan iyi görünüş istemidir. Sanat bize ‘şeylerin üzerinde bir özgürlük’, kendimizi ‘gerçeklik’ten kurtarma, ‘gerçekliği’ kendi estetik kahkaha ve oyunlarımızla bağlantısız bir şey olarak görme yeteneği verir.”

I. Kant (filozof): “Sanat, bir deha yaratımıdır.”

D.Judd (sanatçı): “Birisi işine sanat derse, o sanattır.”

Sizce en tatmin edici tanım hangisi? Görüldüğü üzere, muğlak imâlar bunlar. Sanırız, en temeldeki nitelikler yapma ve yaratıcılık. Bunlardan yapma (tekhne, ars, sınaat), en eski olanı. İkincisi, yapılanın yeni bir şey olması koşulu. Ama bu sorunu çözmüyor. Çünkü yapma ve yaratıcılık, bilim, tıp, teknoloji ve tasarım alanları için de geçerli. O zaman, Judd’un tanımıyla başbaşa kalıyoruz: “Birisi işine sanat diyorsa, o sanattır.” Yani bu durumda, bir çeşit inançtır sanat. Öyle diyorsanız, neye nasıl inanıyorsanız sizin için öyledir. Peki, sanatçı kimdir? Bunu da Beuys yanıtlamış: “Kendine sanatçı deme cesareti gösteren her insan sanatçıdır.” Beğenmeyen kendi tanımını bulsun. Bakalım kaç kişiyi ikna edebilecek?!

Özür dilerim konuyu dağıttım. Kaan’ın ricasına (sanatçı ve icracı ayrımlarına) gelirsek: Bildiğim kadarıyla, bu iki terim daha çok müzik bağlamında kullanılıyor. Mozart’a sanatçı, onun bestesini çalana da icracı dendiğine ilişkin bir tartışmaya şahit olmuştum bir keresinde. Ama içlerinden biri buna karşı çıkarak, “ben icracı değil, yorumcuyum”, çünkü çaldığım besteyi kendime göre yeniden yaratıyorum” demişti. Dediğine göre, bir Mozart bestesi bugün gerçekten de ilk bestelendiği zamanlardan çok farklı seslendiriliyormuş. İcracı (virtüöz, usta çalgıcı, usta okuyucu, seslendirici) deyip geçmemek lazım. Bazı bestelere kimliklerini, bestecisinden ziyade usta çalgıcı ya da okuyucular vermiş. Müzikçiler öyle diyor. Benim fikrimi soracak olursanız, usta çalgıcı ve okuyuculara da elbette sanatçı diyebiliriz; çünkü ‘bir i çok iyi yapan’ insanlardır onlar. Ama kuşkusuz bestecilik daha önemli bir konumdur. İcracının yorum anında eseri yeniden yarattığını kabul etsek bile, öncelikle elde yorumlanacak bir beste olmalıdır.

Resim heykel gibi alanlara bakarsak: Eskiden, sanatçılar siparişleri yetiştirebilmek için yanlarında usta ve çırak çalıştırırlardı.  Rubens’in yanında çalışanlar, gelen siparişleri onun tarzında yapabilme becerisine sahipti. Müzelerdeki işlerin büyük çoğunluğu o geleneğin ürünüdür.

Modern zamanlara doğru bireysellik ve özgünlük düşüncesi geliştikçe (ki, eskiden bir yapıtın kopyasına sahip olmak, kötü bir şey değildi), bir resmin bizzat sanatçının elinden çıkması önemsenir oldu. Bu, sanatçılıkla icracılığın kesiştiği, ikisinin aynı şey haline geldiği bir durumdur. Örneğin Picasso, kendi yapıtlarının aynı zamanda icracısıdır; çünkü (bazıları hariç, tümünü) bizzat kendi elleriyle meydana getirmiştir. Öte yandan, Duchamp da başkasının tasarladığı (yarattığı) fabrika ürünlerini sanat yapıtı diye sunmuştur. Yani tek yaptığı, başkasının yarattığı bir nesnenin binlerce kopyasından birini imzalamaktan, onu yeni bir bağlamda yeniden sunmaktan ibaret.

Düşünsel süreç ve bunun nesnelleşmesi (görünür kılınması, ete kemiğe bürünmesi) aşamalarının her sanat türünde farklılık göstermesi doğaldır. Biri için geçerli olan, diğeri için geçersiz ya da bağlam dışı olabilir. Bu da hepsi için geçerli bir genellemeyi olanaksız kılıyor.