Mandolin çalmak güzeldir, beste yapmak ise bir başka güzel / Mehmet Yılmaz

http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1365

 

Sevgili Okuyan’ın “Direnişin sanatı, devrimin sanatı…” adlı Sol Portal’da okuduğum yazısını,sanat, siyaset ve iktidar ilişkisini bir kez daha düşünmemize yol açtığı için önemsemiş, eleştiriye değer bulmuştum. Hâlâ da öyle olduğunu düşünüyorum.

“Küçükken mandolin çaldım, yetmez mi?” adlı yazısı da oldukça kışkırtıcı ve estetik.

 

“Uzman olmayanlar sanat yapmasın, onun hakkında düşünmesin, yazmasın” ya da “sanat ve siyaset ayrı şeylerdir, birbirine karıştırılmasın” şeklinde bir görüşüm hiç olmadı. Öyle, anlaşılmışsam da üzülürüm. Tam tersine, meslekten olmayanların bu konularda düşünmesi gerektiğinden yanayım. Kurallara aykırı doğasıyla, sanat zihin açıcıdır. El elden, akıl akıldan üstündür. Herkesin herkesten öğrenecek bir şeyleri vardır. Yalnızca biyolojik değil, bilimsel, siyasal, felsefî ve sanatsal ensestlik de çürütücüdür.

 

Sanatçının yaptığı şeyi, sanatçı olmayanların beğenmeme, eleştirme hakkı yok mudur? Kim karışabilir ki! Herkesin beklentisi, yorumu başka başkadır ve bu bir zenginliktir kuşkusuz. Giacometti’yi anlatırken, “Ne yapmak istediğini o bilir, biz bilmeyiz; ama ne yaptığını o bilmez, biz biliriz” demişti Sartre. Picasso’nun ise, sanki ona yanıt verircesine, “Sanat sizin benden istediğiniz değil, benim size verdiğimdir” diye bir sözünü anımsıyorum. Her ikisi de kendi penceresinden haklı. Sanatta doğru yoktur, doğrular vardır.

Sanat ve reel siyaset arasındaki ilişkiye gelince: Sağ ya da sol, hükümet ya da muhalefet biçiminde olsun, siyasal çevreler, özetle, “bizim anlayacağımız tarzda işler yap; sanatınla bizim idealimize hizmet et” demişler; şimdi de öyle demeye getiriyorlar. Diğer ülkeleri geçelim, bu siyasetin SSCB ve diğer Doğu Bloku ülkelerinde resim ve heykel sanatını boğduğunu, dönemin en önemli sanatçılarını aşağıladığını gördük maalesef. Dikkat çekmeye çalıştığım konu buydu. Denendi, tutmadı. O halde, bu sanat siyasetinden artık uzak durmak gerekmiyor mu?

Sanatçıdan hem üstün nitelikli bir şey bekliyoruz, hem de benim anlayacağım şekilde yap diyoruz. Ee, zor iş tabii. Tam tatmin her iki taraf açısından da mümkün değil.

Bir yapıtın değerini belirleyen şey, onun, bizim acil beklentilerimize hizmet edip etmemesi değildir. Peki, bizim siyasal beklentilerimizle örtüşen yapıtlar olmasın mı? Elbette olsun. Örneğin, Hans Haacke’yi bu yüzden severim. Adam, burjuva sanat piyasasının (galeri, müze, sponsor ve sanatçı ilişkisinin) ipliğini pazara çıkarıcı işler yapmaya gayret ediyor. Ama bunu halkın anlayacağı biçemde değil; müzeci, sponsor ve sanatçıların (ve camiadaki tartışmaları yakından bilenlerin) anlayacağı biçemde yapıyor. Çünkü onlara sesleniyor “sizin ne mal olduğunuzu biliyorum” diyor. Ama çaresiz, aynı sınıftan insanlarla çalışmak zorunda. Çünkü, istediği etkiyi sağlayacak sergi mekânları o sınıfın elinde. İki ucu pis değnek. İşte sorun burada düğümleniyor sanırım.

Ya da sanatçı işini mümkün mertebe reel siyasetin dışında tutmak isteyebilir – Manzoni’ninDünyanın Kaidesi adlı işinde olduğu gibi. Bir düşünce bu kadar yalın ve etkileyici anlatılabilirdi! Kıskandığım işlerdendir.

Bazı yapıtlar açık, bazıları ketumdur. Ama biraz yakından bakıp, kodlar ve göstergelere aşina oldukça kapı aralanmaya başlar.

Sanatçının biçemi nasıl olmalı? Bu, tamamen sanatın içsel (görece özerk) yanıyla ilgilidir. Reinhardt’ın dediği gibi, “müzeler bize artık yapılmaması gereken şeyleri” gösteriyorlar. Kendinden önce tüm yapılanlar, sanatı derinden kavramak isteyen bir sanatçının zihnine çöreklenmiş birer kâbus gibidir. Onlara hayrandır; ama aşmak da ister.

Sanatçı bir yandan bugüne ilişkin bir şey ortaya koymak isterken, bir yandan da onu daha önce söylenmemiş bir biçemde söylemeye gayret eder. Konu da biçem de yeni olmalı, zamanın ruhunu yansıtmalıdır. İşte bu, ister istemez biraz uzmanlık işidir. Bu konuda sanatçıya karışmamak; daha doğrusu, ortam hazırlamak gerek.

Bırakalım özgürce yaratsın. Siyasal ya da değil; samimi işler her halinden belli olur. “Olmamış, devrime hizmet etmiyor” diye aşağılamak ya da ona yön tayin etmeye kalkmaktan ziyade, sahiplenmek daha doğru bir yaklaşım olmaz mı?

Bizim siyasetimize hizmet etmeyen yapıtları tekneden atmaya kalkarsak, geriye çok az şey kalabilir. Ockhamlı William tarzında azcı (minimalist) iseniz, sorun yok tabii!

Devrimci sanat nedir? Devrime (reel siyasete) gönülden bağlı olan mıdır; yoksa düşünce süreçlerini allak bullak eden, algıları sarsan, sanata yeni bakış açıları getiren midir devrimci sanat? Durduğunuz yere bağlı. Sanatsal ilericilikle siyasal ilericiliğin örtüştüğü durumlar da vardır, ters düştüğü durumlar da. Her niyet, istendiği gibi sonuçlanmayabilir.

Sanatsal devrimlerin çoğu, görece reel siyasetten bağımsız ortaya çıkmışlardır. Dünya resim ve heykelinin gidişini değiştiren Picasso’ya (özellikle 1905-20 arasına) bakmak çok aydınlatıcı olabilir.  “Bir ağaç büyürken büyüme kültürünü düşünmez” demişti üstat. Sanatçı elbette bir ağaç değildir; ama inanın, yaratma anında yaratıcılığın doğasını düşünecek durumda falan değildir – tıpkı doğum sırasındaki bir kadının doğumun doğasını düşünecek durumda olmadığı gibi.

Gezi’deki imge yaratıcıları, o ortamda ne yapılması gerekiyorsa, tam da onu yapmışlardır. Başkası mümkün olsaydı, o yapılırdı. Onlara biçem ve yön tayin etmek mümkün müydü? Mümkün değildi elbet. Peki, hepsi meslekten sanatçı mıydı? Olan da vardı, olmayan da. Ama yarattıkları işler, toplamda, sanata yıllarını veren ustaları kıskandıracak cinstendi. O ortam ve ürünler bir zirveydi – halen öyledir. Benim üzüntüm ve eleştirim, bu zirvedeki yaratıcılığa “Olmadı” denmesiydi.

Reçetelerle yapılan şeye sanat değil, olsa olsa zanaat denebilir. Sanatı, reçete yazanlar değil, reçeteleri çöpe atanlar yaparlar. Ve çoğu zaman da ne yaptığını bilmeden yaparlar. Bunu küçümsemek yerine, anlamaya çalışmak daha devrimci bir yaklaşım olsa gerek.

Sayın Okuyan, “Bir sürü paçozluk sanat diye yutturuluyorsa, siyaset çürümenin dibi haline geldiyse, devrim mücadelesinde sanat ve sanatın devrimcileşmesi elbette tartışılacak. Tartışmalıyız… Konu üzerinde çalışan arkadaşlarım var, ben de ciddi ciddi bir kitap yazıyorum. Kimden izin almalıyım acaba?” diye bitirmiş yazısını.

Evet, “tartışmalıyız,” tüm kalbimle katılıyorum. “Bir sürü paçozluk” sözüne gelince… Örneklerini merak ediyorum. Kitap yazmak için izin alacağınız tek otorite beyninizdir, yüreğinizdir elbet. Bekliyoruz, okumayı severiz.

Yorum bırakın

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s